BELDENİN ÖFKESİ

Selâm verdiğinde kısılan gözleri, sıkılan dişleri, bükülen dudakları görürdü, başlar hafiften sallanarak yere bakardı, ahalide kızgın boğanın öfkesi vardı sanki! Anlam verememişti, neden selâmına karşılık bulamadığına? Göreve başlama yazısını imzalarken vali:
—Devletin memuruna kimse zarar veremez, demişti. Yeni ataması yapılan görevli, endişeliydi. Geldiği kentle atandığı yer, sosyal yapı ve düşünce açısından farklıydı. Endişesini belirtince vali:
—Bizler devlet görevlisiyiz, yılmadan görevimizi yapacağız, çünkü arkamızda devlet var, unutma genç adam! Devlet adalettir, güveneceğimiz güçtür, dedi. Bu sözler rahatlamasına neden olmamıştı. Atandığı belde il merkezine 44 km’ydi. Göreve başladığında müdür:
—Memleketinin sosyal yönden çok farklı.
—Evet, öyle deniliyor. Bu farklılık değil ki zenginlik.
—Sen de onlardan mısın? dedi. Bu soruyu ilkel buldu. İçindeki korkuyu belli etmemeliydi, öyle güçlü cevap vermeliydi ki…
—Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğünü koruma, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı olma, T.C. yasalarına uygun davranma, adaletten taviz vermeme; vatandaşlar arasında dil, din,ırk ve millet ayrımı yapmamaya yemini etmiş tarafsız bir kamu görevlisiyim, dedi. Müdür görevlinin cevabına:
—Hepimiz yemin ederiz, sonra da unuturuz. Aklımdayken söyleyeyim nereli olduğunu söyleme, dedi.
Cevap vermedi, işine başladı. Aradan geçen bir hafta kimseyle konuşamadı, rasladığı kasabalılar soğuk davranıyordu, alışveriş yapmaya gittiğinde esnaflar da ilgisiz ve öfkeliydi. Bir hafta böyle geçti.
Yattığında birbirine benzer kâbuslar görüyordu; kapısının açıldığını duyuyor, ayaklarını hareket ettiremiyordu, ellerini de kullanamıyordu, ter içinde uyanıyordu. Geçmişe ait kavgalar, katliamlar, taranan toplu yaşam alanları ve okullar; gazeteciler, bilim insanları, doktorlar, savcılar, siyasetçiler, öğretmenler, öğrenciler ve binlerce insan… Neden öldürüldüler? Bilinmiyor. Bilinen gerçek düşünceleriydi. Arkadaşlarının, gülümsemeleri, konuşmaları canlanırdı, gözlerinde. Saçma düşüncelere dalardı bazen: “Böyle yaşamanın tadı yok.” Birden arkadaşı İsmet’in Nazım’dan okuduğu: “ Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine./ Bu hasret bizim…” dizelerini duyardı, İsmet’le birlikte katledilen Fethi, Recep; yakın aralıklarla katledilen Mete, Zeki, Kahraman, İhsan karşısında dururdu. Acı bir tebessümle: “Biz neden vurulduk arkadaşım?” derlerdi. Kafasında binlerce soru vardı: Tetiğe basan eller, nasıl bir vicdan taşıyorlardı? Anaların, babaların, kardeşlerin yaşamlarını karartan bu kin, bu öfke niye? “Allah’ın verdiği canı, Allah alır.” İnancını çiğneyen bu caniler gücü kimden alıyordu? Sorular cevapsızdı. Sokak lambasından odasına sızan ışığa kolunu uzatarak saatine baktı, gecenin üçü. “Uyumalıyım.” dedi. Uyumaya çalıştıkça uyuyamıyor, yaşadığı olayların etkisinden kurtulamıyordu. Bir sağa, bir sola dönüyordu. Sabah ezanı okundu, kalktı. Kahvaltısını yaptı. Komşularını rahatsız etmemek için kapıyı yavaşça çekti. Yürüdü, yorgun ve uykusuz işine vardı.
Beldenin kendisine duyduğu öfkeyi öğrenmeliydi. Içinde geçen düşünce ve duygularla işine devam etti. Öğlen tatili gelmişti, dişarı çıktı, yürüdü, caminin güney cephesindeki yoldan geçerken namaz saatini bekleyen beş, altı kişiye selâm verdi. Oradakiler başlarını eğdiler, selâmını duymazdan geldiler…Bunun üzerine:
–Allah’ın selâmını verdik, duymadınız mı ?
–– …
––Selamünaleyküm, dedi ve bekledi. Biraz önce olduğu gibi selâmını alan çıkmadı, yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Arkalarından seslendi:
––Neden benden kaçıyor ve konuşmuyorsunuz, size ne yaptım? Söyleyinnn! Bu yüksek tondaki seslenmeye kayıtsız kalmadılar. Oldukları yerde geri döndüler, kirli sakallı olanı öfkeyle cevap verdi:
––Anasını, bacısını satan soysuzların yüzünü görmeye taammülümüz yok, anliyun mu? dedi. Bu sözün üzerine, daha yüksek bir ses tonuyla:
––Anam ben çocukken rahmetli oldu, bacım da kardeşim de yok duydunuz mu? Nasıl böylesine saçma sözleri söylersiniz, camiye gireceksiniz, Allah’ın huzuruna duracaksınız; kimselere kötülük yapmadık, kul hakkı yemedik, gıybet yapmadık, yalan söylemedik, adem oğluna yardımcı olduk gibi dualar edeceksiniz. Birileri sizi kandırmış, ölmüş anamı ve olmayan bacımı sattığıma, Allah’ı inandırabilecek misiniz? Sözlerinin üzerine birkaç dakika ortam sessiz kaldı. İri yarı olanı:
––Gasabamızdan def ol, belanı Allah’tan bul! dedi. Homurdanarak caminin kuzey cephesinde bulunan giriş kapısına yürüdüler. Donakalmıştı, korkuyordu, bacakları titreyerek, konuştuğu kaba kasabalıların ardından camiye girdi. Camidekilerin şaşkın bakışlarını görüyordu, kendisine bakanlara sağ elini göğsüne koyup, hafif tebessümle selâm veriyordu. Namazını kıldı camiden çıktı, işine döndü. Halide Edip’in Vurun Kahpeye romanındaki Aliye’nin linç edilişi, Asteğmen Kubilay’ın başının kesilişi aklına geliyordu, olumsuzluklardan kendini kurtaramıyordu. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Onar Kutlar, Gaffar Okkan, Muammer Aksoy, Mustafa Yücel, Turan Dursun, Bahriye Uçuk, Cavit Orhan Tütengil, Necip Hablemitoğlu gibi değerli aydınlar, bilim adamları, gazeteciler suikaste uğramışlardı. Vatanın selâmeti için çabalayanlar öldürülürken arkadaki karanlık güçler keyif alıyorlardı. Kendisine saldırı olabilir miydi? Korkusunu yaşıyordu.
––Allah’ım neler düşünüyorum? Korkularımı kimseye belli etmemeliyim, dedi. Birden valiye gitmek geldi aklına, vali:
––Herhangi bir sorun yaşarsan yanıma gel, demişti. Bir yıl içinde emekliye ayrılacağını söyleyen vali, babacan tavırlı, hoş bir bürokrattı. Ya tersi davranırsa nasıl olurdu? Düşüncesi aklına takıldı, işi daha zor olurdu. Vali: ‘’Gel” demişti. “Gitmeliyim, sorunumu anlatmalıyım.” dedi içinden. Yolluk için vilayete gidince çekinerek valiliğe gitti, randevusu yoktu, vali görüşme isteğini kabul etti. Kasabada yaşadıklarını anlattı. Vali dinledikten sonra:
—Yarın başkanı ziyarete geleceğim, görüşürüz, dedi. Ertesi günü beklerken valinin tavrını merak ediyordu. Vali dediği saatte belediye gelmişti, Hüseyin’i çağırttı, içerde belediye başkanı, alay komutanı, üç muhtar, kasabanın ileri gelenleri vardı, herkes merakla ona bakıyordu. Vali oturmasını işaret etti, derin bir sessizlik oldu, vali:
—Kasabada devlet görevlisine sataşma, hakaret gibi suçlar işleniyormuş. Çalışanlarımıza hakarette bulunmak devletimize saldırıdır, bu böyle biline, diyerek Hüseyin’e:
—Memur bey, hakaret edenler kimlerdi? diye sordu. Memur Hüseyin şikayetçi olmayacağını söylediğinde vali ısrar etti, isimlerini bilmediğini fakat görürse tanıyabileceğini belirtti. Muhtarlardan bu kişileri bulmasını istedi, muhtarlar bir saat içinde altı kişi bulup getirdi. Gelenler korku içindeydi, titriyorlardı, yere bakıyorlardı. Vali kaşlarını çattı;
—Bana bakın, kaldırın kafalarınızı, bizim görevlilerimize hakaret etmeye nasıl cüret edersiniz? Sorusuna sessiz kaldılar. Vali, konuşun, dediğinde kirli sakallı olan:
—Sayın Valim, sizden, buradaki herkesten, Hüseyin Bey’den özür dileriz, dedi. Diğerleri de özür diledi, bunun üzerine vali:
—Söyleyeceklerimi iyi dinleyin; hakaret her zaman suçtur, yaptıklarınızdan Hüseyin Bey şikayetçi olmadı, ben de cahilliğinize veriyorum, çocuklarınız sizden utanmasın diye affediyorum. Bir daha benzeri olaylar olursa suça bulaşan herkes cezasını çeker, dedi. Vali yerinden kalktı, gideceğini söyledi, Hüseyin’I yanına çağırdı, kendisine bu çirkin durumu haber verdiği için teşekkür etti, arabasına bindi ve kasabadan ayrıldı.
Hüseyine öfke hiç bitmedi, validen korkularına seslerini, çıkaramadılar. Bazıları valinin emekli olacağı günü iple çekmeye başlamıştı bile.

23/02/2023 İstanbul
Haluk YEŞİLTEPE

Latest posts by admin (see all)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ilgili yazı

Şantiyede Geçen TatilŞantiyede Geçen Tatil

      Tatil başlamıştı, arkadaşlarla buluştuk, eğlenmek ve gezmek istedik. Kararımızı vermiştik, bir gün sonra eğlenecektik. Babamdan para istedim, günlük harçlığımı verdi:       ─Yetmez, bu para       ─Neden yetmez?       ─Denize gideceğiz, yemek yiyeceğiz, yanında

MahkemeMahkeme

      Koridorun bir köşesinde duvara yaslanmış, mübaşirin kendini çağırmasını bekliyordu. Mahkemeye ilk defa gelmişti. Bacakları zayıf bedenini zor taşıyordu, bu salonda olmaktan utanıyor, içinden: ”Allah’ım tanıdık kimseyle karşılaşmayayım.” diye dua ediyordu.

Umutlarını yok eden bu dönem elbet sona erecekti. Derin yarasını iyileştirmesi gerekiyordu. Güçlü olmalıydı, dimdik ayakta durmalıydı. Engeller her zaman olacaktı, mücadeleden asla vazgeçmeyecekti. Bu düşünceler rahatlatmıştı genç kızı.

Güçlü OlmakGüçlü Olmak

      Uzun bir yolculuğun ardından Kadriye, Millî Eğitim Bakanlığına ulaşmıştı. Bakanlığın giriş kapısının önü geniş bir alandı. Burada okul arkadaşlarıyla karşılaştı. Arkadaşlarına atama çağrıları gelmişti, ama Kadriye’ye çağrı ulaşmamıştı. Tarif edilemez